Gel, gel! Ne olursan ol, gel! İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel! Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir. Yüz de tövbeni bozmuş olsan da yine gel!

dizeleriyle kendi çağının ve gelecek çağların tüm insanlığım çağıran bu şahıs kimdir? Bu çağırış, bu hitap nasıl bir çağırış ki, mıknatıs gibi yüz yıllar boyu dili, dini ırkı, kıtası, iklimi, kültürü farklı farklı olan insanları kendine çekebilmekte, görünmeyen bir bağla kendisine bağlamaktadır.

Yıllar boyu insanlara krallık, şahlık, padişahlık yapan, nice zengin olan ve yaşadıkları devrin bir efsanesi olan tüm isimler silinip gittiği halde, bunun tam tersine her gün daha da bir değer kazanan bu şahıs kimdir?

Sırtındaki hırkasından başka bir serveti bulunmayan, kat; zenginliğe gelince, onu bu kadar ulaşılması zor bir manen zengin kılan bu servet nedir acaba? Bu serveti nereden temin etmiştir?

İşte onun zenginliği Hz. Muhammed (sav) varisi olmasından kaynaklanmaktadır. Zaten Hz. Muhammed (sav) gibi manen zengin olan birisi bu âleme ne gelmiştir, ne de gelecektir.

Hz. Mevlana’nın 1204 Yılında Belh şehrinde dünyaya gelmesini bilmek, Bahaeddün Veled hazretlerinin oğlu olduğunu bilmek, onu tanımak anlamına hiç mi hiç gelmez… Zaten kendisi de kendisini tanıtırken “Biz aşkın çocuklarıyız, anamız aşk bizim…” dizeleriyle kendi kimliği hakkında bilgi vermektedir.

Eğer ben, kim olduğumu, şu hayat dairesinde kiminle birlikte olduğumu bilseydim. Kulaklarımda da gaflet pamuğu tıkalı olmasaydı da söylenenleri duysaydım, o zaman kendi halime bin gözle ağlardım…

Beyiti ile Hakiki kimlik konusunda adeta Mana Âlemi ne merdiven kurarak öteler ötesinden anlaya bilene çok özel haberler vermektedir.

Ömrü gafletle geçen insanlığın uyanması için,

Ey başkaları için ağlayan göz, otur da biraz da kendi haline ağla…

Beytiyle uyandırmak istemekte ise de, bu gün günümüzde kendi haline ağlayan bir göz bulunmamaktadır. Ne yazık ki, Yaptığımız iş, ağlanacak halimize bol bol kahkaha ile gülmekten ibarettir.

Hz. Mevlana’yı ne biz, ne de bir başkası gereği gibi anlatmaktan yoksunuz… Son olarak yine biz insanlara gerekli olan bir beyiti ile sözü kısa keselim.

Her nerede bir yem varsa, orada tuzak vardır…

Hakkı ÖZSOY

Asıl adı Muhammed Celâleddin olan Hz. Mevlâna; 30 Eylül 1207 (6 Rebîu’l-evvel, 604) tarihinde, bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk kültür merkezi Belh şehrinde doğmuştur. Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir.

Asil bir aileye mensup olan Hz. Mevlânâ’nın annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşâhlar (1157 Doğu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.

Mevlânâ ve Rûmî de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz mânâsına gelen Mevlânâ ismi O’na daha pek genç iken Konya’da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu ismi, Şemseddin-i Tebrizî ve Sultan Veled’den itibaren Hz. Mevlânâ’yı sevenler kullanmış, âdeta adı yerine sembol olmuştur.

Rûmî, Anadolulu demektir. Hz. Mevlânâ’nın, Rûmî diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyâr-ı Rûm denilen Anadolu ülkesinin vilâyeti olan Konya’da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet Türbesinin orada olmasındandır.

Kaynaklar ve Hz. Mevlânâ’nın sevgi yolunda gidenler eserlerinde Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in nesebinin, anne cihetiyle ondördüncü göbekte Hazret-i Muhammed’in torunu Hazret-i Hüseyin’e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hazret-i Muhammed’in seçilmiş dört dostundan ilki Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’a ulaştığını kaydediyorlar.