Uzun yıllardır bu hayatın içinde olan insanlar olarak her önüne gelenin Hz. Mevlâna hakkında yalan yanlış bir takım şeyler söylemesi, Hazreti Mevlâna’yı tanımadığı halde tanırmışçasına tanıtmaya çalışması, bizleri son derece rahatsız etti. Bu nedenle de 2008 Yılında Hz. Mevlâna’yı eserlerini semayı, tasavvufu, tasavvuf musikisini orijinal haliyle tanıtmak ve ileriki nesillere aktarmak amacıyla kısa adı “Mevlevi Der” olan derneğimizi kurduk. Derneğimiz halen faaliyette olup tüzüğünde yazılı olan alanlarda çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak, başta aşevi olmak üzere, tasavvuf dersleri, mesnevi şerhi, sema ve diğer sosyal aktiviteleri yürütmek derneğimizin boyunu aştı, bu kadar işin altından dernek olarak kalkamayacağımızı anladık.

Derneğimizin tüzüğüne yakın bir tüzükle “VAKIF” olarak işi devam ettirmeyi düşündük.

Vakfımızın ismi sadece Hz. Mevlâna’nın ismini kullanan bir vakıf olmayıp, özü de Hz. Mevlâna ile ilgilidir. Vakfımızın baştaki amaçlarını aşağıdaki şekilde ifade edebiliriz.

Kültürel alanda hem yurt içinde, hem yurt dışında Hz. Mevlâna’yı, eserlerini, semayı, tasavvufu ve tasavvuf musikisini tanıtmak yaymak ve geliştirmek. Bu konuların amacı dışına çıkarılmaması ve amacı dışında kullanılmaması, yozlaştırılmaması, orijinalliğinin korunması için her türlü çabayı sarf etmek, gerektiğinde buna ilişkin resmi kurum ve kuruluşlarla istişarelerde bulunmak,

Bütün dünyaya mal olmuş bu kültürün orijinalliğinin korunarak daha ileriki yüz yıllara taşınabilmesi için her türlü araştırma ve incelemeler yapmak, bunun için, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında kurslar, seminerler, ihtivaller, paneller düzenlemek ve bu konuda her türlü eğitimi vermek.

Fertlerin ve üyelerin arasında sevgi, hoşgörü ve işbirliğini artırıcı, kardeşliği karşılıklı hoşgörü ve saygı temin edici her türlü faaliyette bulunmak. Kültürlü, bilgili insan yetiştirmek ve yetişmelerine yardımcı olmak, eğitmek üzere gerekli faaliyetlerde bulunmak, teşekkül ve teşebbüsleri tesis etmek, işletmek, bu tür kuruluşlara katılmak, iş birliği yapmak, araştırma ve incelemelerde bulunmak müesseseler açmak, kurslar, seminerler ve paneller, ihtivaller, şenlikler, anma günleri ve geceleri tertip etmek ve ettirmek.

Şimdi bu kısa izahtan sonra şu satırların çok dikkatli okunmasını rica ediyoruz. Siz hiç tanımadığınız bir kişiyi tanıtabilir misiniz? Diğer bir deyişle sadece adını bildiğiniz bir kimseyi tanıdığınızı söyleyip tanıtabilir misiniz? Örneğin size birisi “Ahmet Bey nasıl birisi” dese, sizde sadece “adını duydum ama tanımıyorum” dersiniz. Peki, verdiğiniz bu cevapla Ahmet Bey’i tanımış olur musunuz? Tabi ki hayır. İşte yeryüzünde yaşayan bunca insan sadece adını bildiği bu mübarek ulu zatı, yani Hz. Mevlâna’yı sadece adıyla bildiği halde, bazı sözümüz ona “Mevlevi” geçinenler Hz. Pir’i nasıl tanımış oluyorlar?

Bakınız! Dikkatle bakınız! Ve kendinize geliniz! Hz. Mevlâna, kim olduğunu şu beyiti ile kendisi kendisini nasıl tanıtmaktadır.

“Ben yaşadığım süre zarfında Kur’an ın kulu, Hz. Muhammed’in ayağının tozlu yoluyum. Benim SÖZLERİMDEN ve ESERLERİMDEN bunu dışında Kim ne başka anlam çıkarır, (başka yorum yaparsa) ben o’ndan da, (başka anlam çıkarandan da) çıkardığı anlamdan da uzağım.

Herkes, kendi anlayışına, zannına göre benim yaranım dostum oldu. Ama kimse benim gönlümde ki (esrara) sırlara talip olmadı. (Mesnevi , I. Cilt 6.Beyit)

Hz. Mevlâna’nın bir İslam Âlimi olduğundan kuşku mu var? Bir Veli, Ulu bir Allah Dostu olduğundan kuşku mu var? Hayır, yüz bin kere hayır. O halde nedir bu vurdumduymazlık? Nedir bu her önüne gelenin kendi nefsi, kendi arzusu doğrultusunda Mevlânalar yaratma çabası?

2007 yılı UNESCO tarafından Mevlâna ve semayı koruma yılı ilan edildi, hepimiz sevindik. Baktık ki, bizim bir Mevlâna’mız milyonlarca Mevlâna olmuş. Herkes kendi anlayışına göre bir Mevlâna yaratmış gidiyor. Üzülmemek elde mi? Örnek mi istiyorsunuz? Bir kaçını sıralayayım.

Eğer adını ticaret hanemin adına koyarsam gelirim artar diye düşünenlerin onlara gelir getirici olarak gördükleri CUKKACILARIN MEVLÂNA’sı. Sözümüz ona, o kimselere, onlar kendilerini iyi bilirler, “Mevlâna’yı çok mu seviyorsunuz?” desek, yüzleri kızarmadan ‘pek tabi severiz’ derler. Peki, biraz Mevlâna’dan bahset desek hemen kıvırır ortadan kaybolurlar. Peki, “Mevlâna’yı mademki bu kadar çok seviyorsun neden çocuklarına, torunlarına O’nun adını koymuyorsun da iş yerine Mevlâna adını koyuyorsun?” desek, cevap yok. O Yüce Zatın adı böylemi yaşatılmalı?

Hz. Mevlâna’yı sadece “hümanist” olarak görenler. Onlarda da hümanistliğe doğru bir meyil olduğu için, kendilerini bu hallerine yakın dünyaca ünlü isimlerden kendilerine yandaş ararlar. Hz. Pir’in sadece bir yönünü benimserler.

Alevi/Bektaşi meşrebinde olup, Hz. Pir’i Alevi/Bektaşi meşrebindenmiş gibi algılayıp, algıladığı gibi tanıtmaya çalışanlar.

Hz. Pir’i Budizm’le entegre edip, “Budizm-Mevlevilik, Mevlevilik-Budizm” gibi algılayıp, algıladığı gibi tanıtanlar.

Hz. Mevlâna’yı, Hristiyanlığın bir pembe kolu veya ekolü durumunda olan ve hümanist bir eğilim sergileyen Pembe Hristiyanlara benzer görüp, gördüğü şekliyle açık açık olmasa da O Yüce Pir’i neredeyse Hristiyan gibi tanıtmak isteyenler.

Hz. Mevlâna’nın sözlerini, Müslümanlığı, Hristiyanlığı din olarak kabul etmeyen Osho (Oşo)’nun görüşleri ile aynı ve aynı paralellikte görenler.

Dahası var fakat onları anlatmaya edebimiz etmedi. Bu altı madde de sayılanlar sizlere çok masumane ve iyi niyet göstergesi olarak gelmesin sakın. Bütün bunlar, bu yaklaşımlar “Kültür Emperyalizmi”nin ta kendisidir. Çok uyanık olmalıyız. Unutulmamalı ki, düşman girebileceği çürük ve zayıf kapıya hücum eder. Bizleri Mevlâna ve Mevlevilik konusunda zayıf buldukları takdirde o zayıf kapıdan girmeye çalışmaktadırlar. Özellikle biz Konyalılar olarak, bu konularda bir daha, bir daha, olmadı bir daha çok iyi düşünmeliyiz.

Bazı yakın tanıdıklarımız var, onlar neredeyse Allah’tan korkmasa ve bizi tanımasa, yukarıda altı maddede belirttiğimiz ve edeben yazmadığımız konular hakkında sayılanları bizlere överek anlatacak. Ne diyelim, Allah akıl versin, Allah yardımcısı olsun.

Peki bütün bunlardan şikayet eder dururuz da bu konuda bizim hiç mi kabahatimiz yok? Hayır, tam tersine. Bütün kabahat bizim. Hani biz Konyalılar da bir söz vardır, “Açık kapıya itte (köpekte) buyruk (davetli sayılır)”. Biz dinimizi diyanetimizi gereği gibi bilmez ve bilmeyenlere tanıtamaz isek, birileri gelir, kendi din ve fikirlerini bize bizim dinimizmiş gibi savunur. Biz de savunulanı bilmediğimiz ve savunulandan haberimiz olmadığı için, karşı tarafın fikirlerini benimsemek zorunda kalırız. İşte kısaca kültür emperyalizmi budur.

Yukarıda bir kısmını sıraladığımız altı madde halindeki hususlarda hiç kimse çıkıp ta, “Hayır dediğiniz doğru değildir” demiyor veya diyemiyor. Çünkü doğrusunu bilmiyor ki. Şayet doğrusunu bilseydi, kendisine empoze edilmeye çalışılan konularda gerekli cevabı verirdi. Ne yazık ki, doğrusunu bilmediği için, eğrileri kabullenmek zorunda kalıyor. O halde şikâyet etmeye hakkımız yok.

İfade edilmeye çalışıldığı üzere, Hz. Mevlâna, kim olduğunu yukarıda ki beyitlerinde ifade etmiş. Neden bilir misiniz? Biz acizlerin kendisini taa 800 sene önceden tanıyamayacağımızı fark etmişte, bu nedenle biz acizlerin zafiyetini bildiğinden, tanıtma işini bize bırakmadan, 800 sene önce kendisini insanlığa tanıtmıştır. Yazık, çok yazık!

Şöyle bir etrafınıza bakınız. Hz. Mevlâna ismi geçtiğinde hiç dinden, imandan, Allah’tan, Peygamberden bahseden var mı? Sanki Hz. Mevlâna bir Allah velisi değil, bir peygamber varisi değil de sanki sıradan hümanist bir felsefeci gibi birisi. Be adam hiç mi mesnevi okumadın? Hiç mi Divanı Kebir okumadın? Mesnevi şerifin ilk cildinin önsözünde “Bu mesnevi Hak’tan alınan bir vahiydir.” ibaresini hiç mi görmedin? Vahiy nedir, kimden alınır? Bu nasıl bir ifade biçimi hiç mi düşünmedin? (Sekiz çeşit vahiy vardır, birisi Kur’an vahyidir, o Kur’an vahyi bu konunun dışındadır.)

Detaya girmeyeceğiz, söz fazla uzadı ancak, “Evliyalar Peygamberlerin varisleridir.” diye bir hadis vardır. Hiç duymadın mı? Bir evliya olan Hz. Mevlâna, Hz. Peygamberin varisi olduğuna göre, Hz. Peygamberden Hz. Mevlâna’ya veraseten hangi mal kalmıştır acaba hiç düşündük mü? Kısacası Hz. Peygamberden, Hz. Mevlâna’ya hangi mal intikal etmiş ki onun varisi olmuş? Yine detayına girmeden ve uzatmadan deriz ki, Hz. Kur’an da Fatır Suresinin 32. ayetinde “Ey Habibim, senden sonra (senin vefatından sonra) sana Hakk olarak indirdiğimiz bu kitabı (Hz. Kur’an’ı) seçtiklerimize miras bırakacağız.” buyrularak seçilmiş olan Allah dostlarına miras olarak Kur’an ‘ın bırakılacağı bu ayet ile sabittir. İşte Hz. Pir’in “Bu mesnevi Hak’tan alınan bir vahiydir” sözü bunu ifade etmektedir. Hiç unutulmamalıdır ki, Mesnevi Şerif, Hz. Kur’an ‘ın ledün ilminin açılımıdır. Ancak bu cümleyle ifade ettiğimi anlamak çok zor, yaşamak gerekir.

İşte Hz. Mevlâna’yı Mevlâna yapan, Hz. Peygamberden veraseten gelen bu zenginliktir.

Bilindiği üzere, Hz. Mevlâna neseben (soy olarak) Hz. Ebu Bekir Sıddik Efendimizin soyundan gelmektedir. Yani Hz. Ebu Bekir Sıddik hazretlerinin genlerini taşımaktadır. Dolayısıyla Hz. Mevlâna iki şey taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir’in genlerini ve Hz. Peygamberin varisi olması nedeniyle Hz. Peygamberin FENLERİNİ (yani Hz. Kur’an’ı)

Şimdi oturup düşünelim, Hz. Mevlâna’yı “Mevlâna” yapan şey, taşıdığı Hz. Ebu Bekir Hazretleri’nin genlerimi, yoksa Hz. Peygamber’den yukarıda ki ayet hükmünce Hz. Peygamber’in varisi olması hasebiyle taşıdığı fenleri mi? Şayet Hz. Mevlâna, Hz. Ebu Bekir Sıddik Efendimiz’in genlerini taşıması hasebiyle Mevlâna olmuş olsaydı, Hz. Ebu Bekir Efendimiz’in genlerini taşıyan belki de yüz binlerce insan Hz. Mevlâna gibi olması gerekirdi. Bilindiği gibi Ebu Bekir Sıddik Efendimiz’in soyundan gelen bu kadar kişi içinde başka bir Mevlâna ya da Mevlânalar yoktur. Bu, Hz. Ebu Bekir Efendimiz’i ve soyundan gelenleri hakir görmek demek değildir. Asla ve kat’a, keşke bizde onlar gibi olabilsek. Onlar saygıya layık, eli öpülesi insanlardır. Bizim söylemek istediğimiz başka şeylerdir. Bu konularda Hz. Peygamber’e varis olma, yani Hz. Kur’an’a mirasçı olma konusunda Hz. Kuran ‘da ki ayetleri sıralayacak olur isek, konu uzar, anlaşılması güçleşir.

Yaşamı Kur’an olmayan, Kur’an sız bir İslam âlimi düşünülebilir mi? Hz. Kur’an’ın Fatır Suresinin 32. ayetinden bahsederken, Cenabı Allah’ın kelamıyla Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize indirilen Hz. Kur’an ‘ın bir miras olduğu ve bu mirasın da bizzat Hz. Allah tarafından seçilenlere miras bırakılacağı ayetle sabittir demiştik. Bu bir Allah kelamı olup, bu ifadeyi eğip bükmeye kimsenin hakkı yoktur. Böylelerine Allah lânet eder. İşte Hz. Mevlâna da, o seçilenlerden olup Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Kur’an Mirasçısı olup, O’nun varislerindendir. Yukarıda Hz. Mevlâna’nın bir genleri birde fenleri vardır derken, fenlerinden kastımız bu veraset meselesidir, yani Hz. Kur’an ‘ın miras bırakılma meselesidir. İşte Hz. Mevlâna’yı Mevlâna yapan hususta budur.

İfade ettiğimiz bu husus (veraset hususu) kendisinde gerçekleşmeden kendini Hz. Peygamber (s.a.v.) in varisi, mürşit veya şeyh ilan eden şeytanın ta kendisidir.

Hz. Mevlâna bu yönüyle tanınmalı, bu yönüyle tanıtılmalıdır. Hz. Mevlâna’nın bu yönünü bilen dünyada kaç kişi var acaba hiç düşündük mü?

Söz buraya kadar gelmiş iken Konevi Hazretleri’nden bir husus arz edelim. Konevi Hazretleri bir gün rüyasında Hz. Peygamber Efendimiz’i (s.a.v) görür. Hz. Peygamber’in sol tarafında Ebu Bekir Sıddik Hazretleri, sağ tarafında da elinden tuttuğu bir çocuk. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir odaya geçer ve köşede kurulu olan sedire oturur. Sağ tarafına o çocuğu alır, sol tarafına da Hz. Ebu Bekir Sıddik Efendimizi oturtturur. Sonra Ebu Bekir Sıddik Hazretleri’ne dönerek “Ey Ebu Bekir, bu çocuğu tanıdın mı?” diye sorar. Ebu Bekir Sıddik Hazretleri de cevaben “Hayır Ya Resulullah tanıyamadım.” der. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz “Ey Ebu Bekir bu işte bizim Mevlâna’mız” buyurur. Sonra Konevi hazretleri irkilerek uyanır, Medreseye gider ve ilk ders olarak bu gördüklerini talebelerine anlatır. Sonra her yeni yıl da medresesinde dersler başlayınca bu dersi ilk ders olarak talebelerine yıllar yılı okutturur. Anlayana!!!

Şimdi bu anlattığımız çerçevede ki Hz. Mevlâna ile yukarıda altı madde halinde anlatılan Mevlâna arasında uzaktan yakından bir benzerlik var mıdır? Elbette ki kocaman bir HAYIR !

İşte bu son bölümde Hz. Peygamberin varisi olma hasebiyle Hz. Kur’an’ın mirasçısı Mevlâna ile, kendi değer yargılarına göre yaratmaya çalıştıkları ve bir kültür emperyalizmi olarak karşımıza çıkarmaya çalıştıkları Mevlâna bu.

Siz zannediyor musunuz ki onlar Hz. Mevlâna’yı çok seviyorlar? Hayır, asla ama asla sevmeleri mümkün değildir. İşte bu şekilde Hz. Allah’ın iki cihanda aziz kıldığı bu ulu zatı, bu şekilde erozyona uğratıp, yıpratıp bitirmek istiyorlar. Onlara sorarsanız, onlarda Mevlâna’yı güya çok seviyorlar. Oysa anlatıldığı üzere “seviyorum” kelimesiyle seviyorum dediklerini bitirip yok etmek için bilinçli veya bilinçsiz çaba sarf ediyorlar. Ancak unutuyorlar ki, Mevlâna bir güneş gibidir ve balçıkla sıvanmaz. O Mevlâna ki, onlara da güneş gibi ışık vermektedirler.

O ki Allah’ın seçkin kulu, Allah onu seçip Habibine varis kılmış, onu iki cihanda aziz kılmış, o güneşi söndürmeye kimin gücü yeter? Çünkü Hz. Mevlâna’da ki nur, Hz. Mevlâna’da ki ışık, Resulullah’ın nuru ve ışığıdır.

O iki cihanda aziz kılınanı biz acizlerin korumaya gücümüzün yetmediği gibi, o mübareğinde böyle bir korumaya ihtiyacı yoktur. Ancak Hz. Pir’imizin olduğunun dışında tanınmasına ve tanıtılmasına da asla gönlümüz razı olmaz.

Tüm bu sebeplerden dolayı, Dünya Mevlâna Sağlık Eğitim ve Kültür Vakfı’nı kurduk. Tevfik Allah’tandır.

Saygılarımızla
Vakıf Yönetimi